İngilizcede eşdizimler (collocations) beraber kullanılan iki veya daha fazla kelimedir.
Bu ikili kelimeler (collocations) anadili ingilizce olanların kulağına doğru geliyor ve sürekli bunları kullanıyorlar.
Diğer taraftan alternatif seçenekler de kulağa doğru gelmiyor.
Örneğin;
Natural | Natural değil |
the fast train | the quick train |
fast food | quick food |
a quick shower | a fast shower |
a quick meal | a fast meal |
Make the bed | Do the bed |
Do the dishes | Make the dishes |
Heavy showers | Strong showers |
Strong wind | Heavy wind |
Neden collocation (eşdizimler) öğrenmeliyiz?
İngilizce konuşmanız daha natürel hale gelir ve daha kolay anlaşılır.
Kendinizi ifade etmenin daha zengin yollarını bulursunuz.
Beynimiz tekli kelimelere göre blokları ve kelime öbekleri halinde daha kolay hatırlıyor.
Sample Collocations
Eşdizimlerin (collocations) birden çok çeşidi bulunuyor. Sıfat, zarf, isim, fiillerden çeşitli kombinasyonlar oluşabiliyor.
1. adverb + adjective | We entered a richly decorated room. |
2. adjective + noun | The doctor ordered him to take regular exercise. |
3. noun + noun | I’d like to buy two bars of soap please. |
4. noun + verb | Snow was falling as our plane took off. |
5. verb + noun | I always try to do my homework in the morning, after making my bed. |
6. verb + expression with preposition | At first her eyes filled with horror, and then she burst into tears. |
7. verb + adverb | She placed her keys gently on the table and sat down. |
Collocation için sözlük: https://www.freecollocation.com/
Başka bir örnek;
Kaynak: https://www.instagram.com/p/B3JfnDHHNfW/?utm_source=ig_web_copy_link
MAKE ve DO Eşdizimleri (Collocations)
Temel olarak make ve do için ingilizcede kesin bir kural bulunmuyor.
Genel olarak birşeyler inşa ettiğimizde, yarattığımızda veya oluşturduğumuzda “make” kullanırız, göreve aktiviteler için “do” kullanırız.
MAKE: | Make a cake |
Make a dress | |
Make a bracelet | |
The belt is made of genuine leather. | |
The toy was made in China. | |
DO: | Do a translation |
Do the gardening | |
Do your homework | |
What are you doing this week-end? | |
She does everything around the house. | |
I’m bored doing nothing. Can I do anything to help? |
Make ve do bunlardan sadece iki tanesi. 4.000 tane Collocation (eşdizim) kelime öbeği içeren aşağıdaki listeyi hayatınıza mutlaka katın. Konuşma ve duymanızda çok hızlandığınızı farkedeceksiniz.
4.000 tanelik collocation listesi excelini indir.
Liste çok uzun olduğu için her collocationun cümle örneği ve anlamı listenin içinde maalesef yok. İkisinin de olduğu collocationları içeren 200+lık bir listeyi kısalttım ve aşağıda inceleyebilirsiniz.
İngilizce eşdizim collocation kelime öbeği listesi
Kısa listenin excel halini buradan indirebilirsiniz.
Sıra | kelime | collocation | Türkçesi | Örnek cümle | Türkçesi |
1 | active | actively involved | aktif olarak dahil olmak | He’s been actively involved in politics for 30 years. | 30 yıldır aktif olarak siyasetin içindedir. |
2 | ask | ask a favour | Bir iyilik istemek | Can I ask a favour? | Bir iyilik isteyebilir miyim? |
3 | ask a question | bir soru sormak | Sally interrupted me in midstream to ask a question. | Sally, bir soru sormak için akışın ortasında sözümü kesti. | |
4 | ask for advice | akıl danışmak | You should go to your doctor and ask for advice. | Doktorunuza gitmeli ve tavsiye almalısınız. | |
5 | ask for directions | yön sormak | How do you ask for directions in Korea? | Kore’de yol tariflerini nasıl sorarsınız? | |
6 | ask permission | izin istemek | You must ask permission if you want to leave early. | Erken ayrılmak istiyorsanız izin almalısınız. | |
7 | bad | bad mood | kötü ruh hali | The news had put him in a bad mood. | Haberler onu kötü bir ruh haline sokmuştu. |
8 | badly damage | ağır hasar | The hurricane badly damaged the whole area. | Kasırga tüm bölgeye ağır hasar verdi. | |
9 | big | big brother / big sister | ağabey / abla | Jake was my big brother and I admired him. | Jake benim ağabeyimdi ve ona hayrandım. |
10 | big deal | büyük anlaşma | This audition is a big deal for Joey. | Bu seçmeler Joey için çok önemli. | |
11 | big money | büyük para | John won big money in Vegas last year. | John geçen yıl Vegas’ta büyük para kazandı. | |
12 | bittery | bitterly cold | acı soğuk | They set off on a bitterly cold winter morning. | Acı soğuk bir kış sabahı yola çıktılar. |
13 | bitterly disappointed | acı hayal kırıklığı | Sam was bitterly disappointed with the result. | Sam, sonuçtan dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğradı. | |
14 | break | break a law | Bir Kanunu Çiğnemek | If you break a law, you go to prison. | Bir yasayı çiğnerseniz hapse girersiniz. |
15 | break a promise | sözünü tutmamak | I know he wouldn’t break a promise to me, so I try to keep this promise. | Bana verdiği sözden dönmeyeceğini biliyorum, bu yüzden bu sözü tutmaya çalışıyorum. | |
16 | break a record | rekor kırmak | “You and me, today we’re going to break a record, ” he said. | Sen ve ben, bugün bir rekor kıracağız dedi. | |
17 | catch | catch a cold | üşütmek | If you get caught in the rain, you might catch a cold. | Yağmura yakalanırsanız soğuk algınlığına yakalanabilirsiniz. |
18 | catch sight of | gözüne ilişmek | As the group turns to leave, Sayid catches sight of the cat. | Grup gitmek için dönerken Sayid kediyi görür. | |
19 | come | come close | yakına gel | The movie was so boring that I came close to walking out of the cinema. | Film o kadar sıkıcıydı ki sinemadan çıkmak üzereydim. |
20 | come to a conclusion | bir sonuca varmak | The debate did not come to a conclusion until yesterday. | Tartışma düne kadar bir sonuca varmadı. | |
21 | come to a realization | farkına varmak | I have just come to a realization! | Az önce bir gerçeğin farkına vardım! | |
22 | come to a stop | durmak | Suddenly the music came to a stop. | Aniden müzik durdu. | |
23 | come to an end | sona ermek | I wondered if my football career was coming to an end. | Futbol kariyerimin sona ermekte olup olmadığını merak ettim. | |
24 | come to sb’s rescue | sb’yi kurtarmaya gel | He was about to drop a huge tray of dishes when Brad came to his rescue. | Brad imdadına yetiştiğinde büyük bir tabak tepsisini düşürmek üzereydi. | |
25 | complete | completely different | tamamen farklı | The twins have completely different personalities. | İkizlerin tamamen farklı kişilikleri vardır. |
26 | deep | deeply divided | derinden bölünmüş | The referendum left the country deeply divided. | Referandum ülkeyi derinden ikiye böldü. |
27 | deeply regret | derin pişmanlık duymak | I deeply regret the loss of your loved one. | Sevdiğiniz kişinin kaybına derinden üzüldüm. | |
28 | time | departure time | hareket saati | Do you know your exact departure time? | Tam kalkış saatinizi biliyor musunuz? |
29 | desk | desk jobs | masa işleri | Young people have gone away to college and taken desk jobs. | Gençler üniversiteye gittiler ve masa başı işler aldılar. |
30 | direct | direct flight | Doğrudan uçuş | This is the first direct flight to Tokyo. | Bu, Tokyo’ya ilk doğrudan uçuştur. |
31 | do | do a deal | anlaşma yapmak | The unions are ready to do a deal over pay. | Sendikalar maaş konusunda bir anlaşma yapmaya hazır. |
32 | do a favour | Bir iyilik yapmak | Couldn’t you do a favour and leave me alone? | Bir iyilik yapıp beni rahat bırakamaz mısın? | |
33 | do better | daha iyisini yapmak | We’ll do better next time, I’m sure. | Bir dahaki sefere daha iyi yapacağımızdan eminim. | |
34 | do business | iş yapmak | It’s been a pleasure to do business with you. | Sizinle iş yapmak bir zevkti. | |
35 | do damage | zarar vermek | Did the flood do much damage? | Sel çok zarar verdi mi? | |
36 | do good | iyi yapmak | If I do good next year, I can come out then. | Gelecek yıl başarılı olursam, o zaman çıkabilirim. | |
37 | do harm | zarar vermek | Drugs can do harm to you. | Uyuşturucular size zarar verebilir. | |
38 | do laundry | çamaşır yıkamak | She loves to do laundry. | Çamaşır yıkamayı sever. | |
39 | do the dishes | bulaşıkları yıkamak | He often helps his wife do the dishes. | Sık sık karısının bulaşıkları yıkamasına yardım eder. | |
40 | do the ironing | ütü yapmak | I have to do the ironing, and there’s lots of it. | Ütüyü ben yapmalıyım ve çok fazla var. | |
41 | do the shopping | alışveriş yapmak | I always do the shopping on a Monday. | Alışverişi her zaman Pazartesi günü yaparım. | |
42 | do the washing up | bulaşık yıkamak | I’ll do the washing up and you can put Johnny to bed. | Ben bulaşıkları yıkayacağım, sen de Johnny’yi yatırabilirsin. | |
43 | do well | iyi yapmak | A business can’t do well without good management. | Bir işletme, iyi bir yönetim olmadan başarılı olamaz. | |
44 | do work | işi yapmak | Students do work experience in local firms. | Öğrenciler yerel firmalarda iş deneyimi yaşarlar. | |
45 | do your best | en iyisini yapmak | It doesn’t matter if you fail, just do your best. | Başarısız olmanız önemli değil, sadece elinizden gelenin en iyisini yapın. | |
46 | do your duty | görevini yapmak | Do your duty without regard to the consequences. | Sonuçlarına aldırış etmeden görevinizi yapın. | |
47 | equal | equal rights | eşit haklar | Women demanded equal rights. | Kadınlar eşit haklar talep etti. |
48 | free | freely appreciate | özgürce takdir etmek | We freely appreciate the current difficulties in this market. | Bu pazardaki mevcut zorlukları açıkça anlayabiliyoruz. |
49 | front | front door | ön kapı | A gust of wind blew the front door shut. | Sert bir rüzgar ön kapıyı kapattı. |
50 | full | fully recognize | tamamen tanımak | I fully recognize your need to improve your career. | Kariyerinizi geliştirme ihtiyacınızın tamamen farkındayım. |
51 | fully understand | hepsini anlamak | The store manager fully understood why the customer was annoyed. | Mağaza yöneticisi, müşterinin neden rahatsız olduğunu tam olarak anladı. | |
52 | get | get a call | Çağrı almak | I didn’t get a call from anyone | Kimseden telefon almadım |
53 | get a chance | bir şans yakalamak | I get a chance to sleep in at the weekend. | Hafta sonu uyumak için bir şansım oluyor. | |
54 | get a job | bir işe girmek | He wanted to see if he could get a job with us. | Bizimle bir iş bulup bulamayacağını görmek istedi. | |
55 | get a joke | şaka olsun | I go there to get a joke each day. | Oraya her gün bir şaka bulmak için giderim. | |
56 | get a move on | acele etmek | You’d better get a move on or you’ll miss the bus! | Harekete geçseniz iyi olur, yoksa otobüsü kaçırırsınız! | |
57 | get a shock | Şok olmak | They’ll get a shock when they get this bill. | Bu faturayı aldıklarında bir şok yaşayacaklar. | |
58 | get a ticket | bilet almak | Can you get a ticket for me? | Benim için bir bilet alabilir misin? | |
59 | get an idea | fikir edinmek | I’ve got an idea. I think the kids would love a picnic! | Bir fikrim var. Bence çocuklar pikniğe bayılır! | |
60 | get angry | sinirlenmek | His father got angry when Justin damaged his car. | Justin arabasına hasar verdiğinde babası sinirlendi. | |
61 | get around | dolaşmak | It’s not easy to get around the city without a map. | Harita olmadan şehirde dolaşmak kolay değildir. | |
62 | get away | kurtulmak | The burglars got away before the police arrived. | Hırsızlar polis gelmeden kaçtı. | |
63 | get better | iyileşmek | I hear you’ve got the ‘flu. I hope you’ll get better soon. | Grip olduğunu duydum. Geçmiş olsun. | |
64 | get cold feet | üşümek | Tom wanted to enter the competition but at the last minute he got cold feet. | Tom yarışmaya katılmak istedi ancak son dakikada çekindi. | |
65 | get cracking | çatırdamak | You’d better get cracking Alex or you’ll never get your homework done. | Alex’i çözsen iyi olur yoksa ödevini asla bitiremezsin. | |
66 | get dark | karanlığın basması | It gets dark very early in the winter. | Kışın çok erken karanlık olur. | |
67 | get divorced | boşanmak | Tom and Amy announced their decision to get divorced. | Tom ve Amy boşanma kararlarını açıkladılar. | |
68 | get dressed/ undressed | giyin / soyun | The first thing I do in the morning is get dressed. | Sabahları yaptığım ilk şey giyinmek. | |
69 | get drunk | sarhoş olmak | You can go to the party but don’t get drunk! | Partiye gidebilirsiniz ama sarhoş olmayın! | |
70 | get excited | heyecanlanmak | The children got excited when they saw the clown. | Çocuklar palyaçoyu görünce heyecanlandılar. | |
71 | get into trouble | başı belaya girmek | If you get into trouble, don’t hesitate to ask for help. | Başınız belaya girerse yardım istemekten çekinmeyin. | |
72 | get lost | kaybolmak | We always get lost in London. | Londra’da her zaman kayboluruz. | |
73 | get married | evlenmek | Tom and Sarah are getting married. | Tom ve Sarah evleniyorlar. | |
74 | get moving | harekete geçmek | The traffic is already heavy so let’s get moving. | Trafik zaten yoğun, bu yüzden harekete geçelim. | |
75 | get nowhere | hiçbir yere varmamak | I’m trying to repair the machine but I’m getting nowhere. | Makineyi tamir etmeye çalışıyorum ama hiçbir yere varamıyorum. | |
76 | get old | yaşlanmak | He’s getting old and his hearing isn’t very good. | Yaşlanıyor ve işitmesi pek iyi değil. | |
77 | get on with | iyi geçinmek | Be quiet and get on with your homework! | Sessiz ol ve ödevine devam et! | |
78 | get out of | çıkmak | Some husbands manage to get out of doing the dishes. | Bazı kocalar bulaşıkları yıkamaktan sıyrılmayı başarırlar. | |
79 | get permission | izin almak | You have to get permission to copy the article. | Makaleyi kopyalamak için izin almanız gerekir. | |
80 | get ready | Hazırlanmak | Hurry up! It’s time to get ready for school. | Acele etmek! Okula hazırlanma zamanı. | |
81 | get rid of | kurtulmak | Let’s get rid of everything we don’t use! | Kullanmadığımız her şeyden kurtulalım! | |
82 | get sleep | uyumak | It’s important to get sleep so don’t stay up too long. | Uyumak önemlidir bu nedenle çok uzun süre ayakta kalmayın. | |
83 | get somewhere | bir yere gitmek | The technician has arrived. Now we’ll get somewhere! | Teknisyen geldi. Şimdi bir yere varacağız! | |
84 | get started | Başlamak | It’s time for the meeting to begin so let’s get started. | Toplantının başlama zamanı geldi, o yüzden başlayalım. | |
85 | get the drift | kastettiğini anlamak | I didn’t understand every word but I got the drift. | Her kelimeyi anlamadım ama kastettiğini anladım. | |
86 | get the message | mesajı almka | When Tony pointed to his watch, I got the message – it was time to leave. | Tony saatini işaret ettiğinde mesajı aldım – ayrılma zamanı gelmişti. | |
87 | get the sack | kovulmak | The employee was caught stealing so he got the sack. | Çalışan hırsızlık yaparken yakalandı ve kovuldu. | |
88 | get there | oraya ulaşmak | The climb will be difficult but we’ll get there. | Tırmanış zor olacak ama oraya ulaşacağız. | |
89 | get tired | yorulmak | I get tired of educating people. | İnsanları eğitmekten bıktım. | |
90 | get to sleep | Uyumak | He couldn’t get to sleep because he was too excited. | Çok heyecanlı olduğu için uyuyamadı. | |
91 | get together | toplanmak | Why don’t we all get together for lunch one day? | Neden bir gün öğle yemeği için bir araya gelmiyoruz? | |
92 | get upset | üzülmek | I knew John would get upset when he got the sack. | John’un kovulduğu zaman üzüleceğini biliyordum. | |
93 | get used to | alışmak | You’ll get used to spicy food when you move to India. | Hindistan’a taşındığınızda baharatlı yiyeceklere alışacaksınız. | |
94 | give | give a hand | bir el ver | He always give a hand to anyone in difficulty. | Zor durumda olan herkese her zaman yardım eder. |
95 | give an advice | tavsiye vermek | We are here to give people advice about health issues. | İnsanlara sağlık sorunları hakkında tavsiye vermek için buradayız. | |
96 | give birth | doğurmak | I’m pregnant and I’ll give birth. | Hamileyim ve doğum yapacağım. | |
97 | give evidence | ifade vermek | I was asked to give evidence at the trial. | Duruşmada ifade vermem istendi. | |
98 | give notice | önceden haber vermek | She’s given notice that she intends to leave. | Ayrılmak niyetinde olduğu bildirildi. | |
99 | give permission | izin vermek | The city authorities gave permission for the rally to take place. | Şehir yetkilileri mitingin yapılmasına izin verdi. | |
100 | give rise to | sebep olmak | They can give rise to cosmetic concerns. | Kozmetik endişelere yol açabilirler. | |
101 | give somebody a call | birini aramak | I’ll give you a call later in the week. | Haftanın ilerleyen saatlerinde sizi arayacağım. | |
102 | give somebody a chance | birine bir şans ver | It gives me a chance to get away from soccer a little. | Bana futboldan biraz uzaklaşma şansı veriyor. | |
103 | give somebody a lift | birine yardım et | Please give me a lift onto the saddle. | Lütfen beni eyere bindirin. | |
104 | give something a go | bir şey denemek | I doubt if he’ll listen to advice from me, but I’ll give it a go. | Benden tavsiye dinleyeceğinden şüpheliyim ama deneyeceğim. | |
105 | give thought (to) | fikir vermek (do) | Have you given any more thought to going back to school? | Okula geri dönmeyi hiç düşündünüz mü? | |
106 | give way | yol vermek | You must give way to any pedestrians on the crossing. | Geçitteki yayalara yol vermelisiniz. | |
107 | go | go bald | kel olmak | Many men go bald at an early age. | Birçok erkek erken yaşta kelleşir. |
108 | go bankrupt | batmak | The company is about to go bankrupt. | Şirket iflas etmek üzeredir. | |
109 | go crazy | delirmek | The old man is going to go crazy. | Yaşlı adam çıldıracak. | |
110 | go on a date | biriyle randevuya çıkmak | As for myself I doubt I’ll ever go on a date. | Kendime gelince, bir randevuya çıkacağımdan şüpheliyim. | |
111 | go out of fashion | modası geçmek | Their music will never go out of fashion. | Müziklerinin modası asla geçmeyecek. | |
112 | go smoothly | sorunsuz git | The process did not always go smoothly. | Süreç her zaman sorunsuz ilerlemedi. | |
113 | great | great deal of | bayağı bir | great deal of time | çok zaman |
114 | have | have a baby | Bebeğe sahip | She’s going to have a baby. | Bir bebeği olacak. |
115 | have a chat | laflamak | I’ll have a chat to John about it. | Bu konuda John’la konuşacağım. | |
116 | have a go | denemek | Can I have a go on your guitar? | Gitarını deneyebilir miyim? | |
117 | have a look | bir bakmak | Can I have a look at your wedding photos? | Düğün fotoğraflarınıza bakabilir miyim? | |
118 | have a right | hakkı var | People have a right to be heard and express their views. | İnsanların duyulma ve görüşlerini ifade etme hakları vardır. | |
119 | have a word | bir sözün var | Can I have a word with you? | Seninle biraz konuşabilir miyim? | |
120 | have access (to) | izni var) | Who had access to my computer while I was away? | Ben uzaktayken bilgisayarıma kimin erişimi vardı? | |
121 | have an effect (on) | etkisi olmak) | Did increasing the price have much effect on sales? | Fiyatı artırmanın satışlar üzerinde çok etkisi oldu mu? | |
122 | have an idea | bir fikrim var | I’ve just had a really good idea! | Aklıma gerçekten iyi bir fikir geldi! | |
123 | have room | oda var | We don’t have room for a pool table in our apartment. | Dairemizde bilardo masası için yer yok. | |
124 | have sex | seks yapmak | I had heard that the girls are forced to have sex. | Kızların seks yapmaya zorlandıklarını duymuştum. | |
125 | have the chance (to) | şansına sahip olmak (yapmak) | You will have the chance to ask questions at the end. | Sonunda soru sorma şansınız olacak. | |
126 | have time | zaman var | Hopefully we should have time to prepare. | Umarım hazırlanmak için zamanımız olmalıdır. | |
127 | have trouble | başı belada | I know you have trouble with eye contact. | Göz teması kurmakta sorun yaşadığınızı biliyorum. | |
128 | heavy | heavily armed | ağır silahlı | The soldiers guarding the building were all heavily armed. | Binayı koruyan askerlerin tümü ağır silahlıydı. |
129 | heavy traffic | ağır trafik | It has been widely praised for reducing heavy traffic in the city. | Şehirdeki yoğun trafiği azalttığı için geniş çapta övülmüştür. | |
130 | high | high standards | yüksek standartlar | We aim to maintain high standards of customer care. | Yüksek müşteri hizmetleri standartlarını korumayı hedefliyoruz. |
131 | highly unlikely | hiç alışılmadık bir şekilde | It is highly unlikely that he’ll be late. | Geç kalması pek olası değildir. | |
132 | honestly | honestly believe | dürüstçe inan | I honestly believe he is telling the truth. | Dürüst olmak gerekirse, onun doğruyu söylediğine inanıyorum. |
133 | keep | keep a diary | günlük tutmak | I decided to keep a diary of our trip to Toronto. | Toronto gezimizin günlüğünü tutmaya karar verdim. |
134 | keep a promise | sözünü tut | It is easier to make a promise than to keep a promise. | Söz vermek, sözünü tutmaktan daha kolaydır. | |
135 | keep a secret | sır tutmak | Can I trust you to keep a secret? | Sır saklama konusunda sana güvenebilir miyim? | |
136 | keep in touch | iletişimi koparmamak | I keep in touch with a lot of my friends around the world. | Dünyanın her yerinden birçok arkadaşımla iletişim halindeyim. | |
137 | keep quiet | sessiz olmak | Please, keep quite when I’m on the phone. | Lütfen ben telefondayken sessiz olun. | |
138 | keep records | kayıtları tutmak | It’s usual to keep records of all expenses. | Tüm harcamaların kayıtlarını tutmak normaldir. | |
139 | keep score | Skor tutmak | We have to keep scoring the points in the fourth quarter. | Dördüncü çeyrekte sayı atmaya devam etmeliyiz. | |
140 | keep the change | Üstü kalsın | I told the taxi driver to keep the change. | Taksi şoförüne üstü kalsın dedim. | |
141 | keep your balance | dengeni koru | You must learn to keep your balance in skating. | Paten yaparken dengenizi korumayı öğrenmelisiniz. | |
142 | legal | legal advice | yasal tavsiye | Good legal advice can be expensive. | İyi yasal tavsiye pahalı olabilir. |
143 | make | make a bed | Yatağını yapmak | I can make a bed for you in the other bedroom. | Diğer yatak odasında senin için bir yatak yapabilirim. |
144 | make a decision | karar vermek | Have you made a decision yet? | Henüz bir karar verdiniz mi? | |
145 | make a difference | bir fark yaratmak | I can make a difference in this world. | Bu dünyada bir fark yaratabilirim. | |
146 | make a fortune | Servet yapmak | I could make a fortune as a research consultant on these projects. | Bu projelerde araştırma danışmanı olarak bir servet kazanabilirim. | |
147 | make a fuss | yaygara koparmak | I didn’t make a fuss over their costumes, or dress up myself. | Kostümleri konusunda yaygara koparmadım veya kendim giyinmedim. | |
148 | make a living | geçinmek | She will worry about making a living when she gets there. | Oraya vardığında geçimini sağlama konusunda endişelenecek. | |
149 | make a mess | Ortalığı birbirine katmak | She didn’t like to make a mess. | Ortalığı dağıtmayı sevmezdi. | |
150 | make a mistake | hata yap | It’s easy to make a mistake. | Hata yapmak kolaydır. | |
151 | make a note (of) | Not almak) | I’ll make a note of our next meeting in my diary. | Bir sonraki görüşmemizi günlüğüme not edeceğim. | |
152 | make a profit | kar elde etmek | We can’t undertake that you will make a profit. | Kâr elde edeceğinizi taahhüt edemeyiz. | |
153 | make a reservation | rezervasyon yaptırmak | We make a reservation with an airline or travel agent. | Bir havayolu veya seyahat acentesi ile rezervasyon yaparız. | |
154 | make amends | telafi etmek | She tried to make amends by inviting him out to dinner. | Onu akşam yemeğine davet ederek durumu telafi etmeye çalıştı. | |
155 | make an appointment | randevu almak | I’d like to make an appointment with Doctor Evans, please. | Doktor Evans’la bir randevu ayarlamak istiyorum, lütfen. | |
156 | make an effort | çaba göster | We need to make an effort to do well in this competition. | Bu rekabette başarılı olmak için çaba göstermeliyiz. | |
157 | make an excuse | bir bahane uydur | I suppose I could make an excuse. | Sanırım bir bahane bulabilirim. | |
158 | make an offer | Bir teklif yapmak | I’ve decided to make an offer on it. | Bunun için teklif yapmaya karar verdim. | |
159 | make believe | inandırmak | Let’s make believe we are doctors. | Doktor olduğumuza inandıralım. | |
160 | make changes | değişiklik yapmak | We need to make some changes to the schedule. | Programda bazı değişiklikler yapmamız gerekiyor. | |
161 | make contact | temas kurmak | We’d like to make contact with other schools in the area. | Bölgedeki diğer okullarla iletişim kurmak istiyoruz. | |
162 | make friends | arkadaş edinmek | They made friends with the children next door. | Yandaki çocuklarla arkadaş oldular. | |
163 | make love | sevişmek | He refused to make love before they were married. | Evlenmeden önce sevişmeyi reddetti. | |
164 | make progress | ilerlemek | We will just be looking to make progress from last year. | Geçen yıldan ilerleme yapmaya çalışacağız. | |
165 | make room | yer açmak | I had taken a big painting off the wall to make room. | Yer açmak için duvardan büyük bir tablo almıştım. | |
166 | make sense | mantıklı olmak/anlamlı gelmek | They tried to make sense of her mumblings. | Mırıldanmalarına anlam vermeye çalıştılar. | |
167 | make something easy | bir şeyi kolaylaştırmak | He didn’t make it easy for me to leave. | Ayrılmamı kolaylaştırmadı. | |
168 | make sure | emin olmak | Can you make sure we have enough copies of the report for everybody at the meeting? | Toplantıdaki herkese yetecek kadar raporun elimizde olduğundan emin olabilir misiniz? | |
169 | nice | nice time | güzel zaman | I was having a nice time here for about three days. | Yaklaşık üç gündür burada güzel vakit geçiriyordum. |
170 | office | office job | ofis işi | I like to work outdoors, but my brother prefers an office job. | Açık havada çalışmayı seviyorum ama erkek kardeşim bir ofis işini tercih ediyor. |
171 | out | out like a light | kendinden geçmiş gibi | “As soon as he went to bed he was out like a light.” | Yatağa gider gitmez kendinden geçti. |
172 | out of character | karakterine aykırı | “The way she panicked was out of character for her.” | Panikleme şekli onun karakterine aykırıydı. | |
173 | out of circulation | iletşimde olmamak | “I’m going to do a summer course so I’ll be out of circulation for a while.“ | Bir yaz kursu yapacağım, bu yüzden bir süre ortalıkta olmayacağım. | |
174 | out of earshot | işitme mesafesi dışında | “They waited until Tess was out of earshot before discussing her surprise birthday party.” | Sürpriz doğum günü partisini konuşmadan önce Tess’in işitme mesafesinden çıkmasını beklediler. | |
175 | out of harm’s way | zarar görmeden | “You’d better put that glass bowl out of harm’s way.” | O cam kaseyi zarar görmeyecek bir yere koysan iyi olur. | |
176 | out of sight, out of mind | gözden ırak olan gönülden de ırak olur | “Since I moved, my old friends seem to have forgotten me – out of sight, out of mind!” | Taşındığımdan beri, eski arkadaşlarım beni unutmuş görünüyor – gözden uzak, akıllardan uzak! | |
177 | out of sorts | keyifsiz | “The baby is out of sorts today. Perhaps he’s cutting a tooth.” | Bebek bugün keyifsiz. Belki de dişini kesiyordur.” | |
178 | out of sync | senkron dışında | “The traffic lights are out of sync and causing a lot of confusion.” | Trafik ışıkları senkronize değil ve çok fazla kafa karışıklığına neden oluyor.” | |
179 | out of the blue | küt diye | “I had almost given up hope when out of the blue I was offered a job!” | Birdenbire bana bir iş teklif edildiğinde neredeyse umudumu kesmiştim! | |
180 | out of the picture | resmin dışında | “We were beaten in the semi-finals, so that’s us out of the picture!” | Yarı finalde yenildik, yani bu bizi resmin dışında bıraktı! | |
181 | out of the question | Sorunun dışında | “Buying a new car is out of the question – we simply can’t afford it.” | Yeni bir araba satın almak söz konusu değil – bunu karşılayamayız. | |
182 | out of this world | olağanüstü | “The hotel was very comfortable and the food was out of this world.” | Otel çok rahattı ve yemekler olağanüstü idi. | |
183 | out of touch | iletişim içerisinde olmamak | “I’ve been out of touch with Caroline since we left college.” | Üniversiteden ayrıldığımızdan beri Caroline ile iletişimimi kopardım. | |
184 | out of your depth | Senin bilgi ve yeteneğin dışında | “The level was so high that I felt out of my depth.“ | Seviye o kadar yüksekti ki, derinliğimin dışında hissettim. | |
185 | out of your own pocket | kendi cebinden | “Breakfast is included but you must pay for lunch out of your own pocket.” | Kahvaltı dahildir ancak öğle yemeğini kendi cebinizden ödemeniz gerekir. | |
186 | out on a limb | soyutlanmış | “Jack was out on a limb with his proposal – nobody supported his idea.” | Jack, teklifi konusunda kararsızdı – kimse onun fikrini desteklemedi. | |
187 | out to lunch | aklı başında olmayan | “He’s hopeless as a leader – considered as ‘out to lunch’ by the group.” | Lider olarak umutsuz – grup tarafından ‘aklı başında olmayan’ olarak görülüyor. | |
188 | painful | painfully shy | acı verici derecede utangaç | As a child I was painfully shy – I didn’t speak much. | Çocukken acı verici derecede utangaçtım – fazla konuşmazdım. |
189 | pay | pay a bill | fatura ödemek | I refuse to pay a bill if I am not satisfied with the service. | Hizmetten memnun kalmazsam fatura ödemeyi reddediyorum. |
190 | pay a visit | ziyaret etmek | If you have time, pay a visit to the local museum. | Vaktiniz varsa yerel müzeyi ziyaret edin. | |
191 | pay attention | dikkat etmek | The teacher told the student to pay attention to his spelling. | Öğretmen, öğrenciye yazımına dikkat etmesini söyledi. | |
192 | perfectly | perfectly normal | tamamen normal | It’s perfectly normal to be nervous before an exam. | Bir sınavdan önce gergin olmak tamamen normaldir. |
193 | personal | personal belongings | kişisel eşyalar | You should be given a private locker to store your personal belongings. | Kişisel eşyalarınızı saklamanız için size özel bir dolap verilmelidir. |
194 | positive | positively encourage | olumlu bir şekilde teşvik etmek | We’d like to positively encourage you to buy this stock. | Sizi bu hisseyi satın almaya teşvik etmek isteriz. |
195 | rainy | rainy day | yağmurlu gün | It’s a cold rainy day in October. | Ekim ayında soğuk, yağmurlu bir gün. |
196 | readily | readily available | hazır | Information is readily available for visitors. | Bilgiler ziyaretçiler için hazır bulunur. |
197 | readily endorses | kolayca onaylamak | Our company readily endorses his run for office. | Şirketimiz, adaylığını kolayca onaylar. | |
198 | reasonable | reasonably happy | makul derecede mutlu | Since moving to London Carla seems reasonably happy. | Londra’ya taşındığından beri Carla oldukça mutlu görünüyor. |
199 | reasonably priced | uygun fiyatlı | Housing is reasonably priced in this area. | Bu bölgede konut makul fiyatlara sahiptir. | |
200 | save | save lives | hayat kurtarmak | Spotting the disease early can save lives. | Hastalığı erken tespit etmek hayat kurtarabilir. |
201 | say | say goodbye | Elveda demek | I just have to say goodbye to Jane. | Jane’e veda etmem gerekiyor. |
202 | say sorry | özür dilemek | Why should I say sorry when it’s not my fault? | Benim hatam olmadığı halde neden özür dilemeliyim? | |
203 | serious | seriously ill | ciddi bir şekilde hasta | The doctor informed us that dad was seriously ill. | Doktor bize babamın ciddi şekilde hasta olduğunu bildirdi. |
204 | sincerely | sincerely hope | Içtenlikle umut | I sincerely hope you will be rewarded for your work. | Çalışmanızın karşılığını alacağınızı içtenlikle umuyorum. |
205 | strong | strongly recommend | şiddetle tavsiye ederim | I’d like to strongly recommend you visit an employment specialist. | Bir istihdam uzmanını ziyaret etmenizi şiddetle tavsiye ederim. |
206 | take | take a break | ara vermek | I wanted to take a break and work on some things. | Bir ara vermek ve bazı şeyler üzerinde çalışmak istedim. |
207 | take a risk | risk almak | She is left with little choice but to take a risk. | Risk almaktan başka seçeneği kalmadı. | |
208 | take a seat | oturmak | Take a seat while I get you something to drink. | Ben sana içecek bir şeyler getirirken otur. | |
209 | take a step | adım atmak | I take a step into the center of the circle. | Çemberin merkezine doğru bir adım atıyorum. | |
210 | take action | harekete geçmek | We must take action to cut vehicle emissions. | Araç emisyonlarını azaltmak için harekete geçmeliyiz. | |
211 | take care of | bakmak / ilgilenmek | We had a chance to take care of our own business. | Kendi işimize bakma şansımız oldu. | |
212 | take notes | Not almak | He drew out his notebook and began to take notes. | Defterini çıkardı ve not almaya başladı. | |
213 | take part | yer almak | He will take part in this contest. | Bu yarışmaya katılacaktır. | |
214 | take place | yer almak | The wedding will take place in October. | Düğün Ekim ayında gerçekleşecektir. | |
215 | total | totally reject | tamamen reddetmek | They totally reject any compromise in these negotiations. | Bu müzakerelerde herhangi bir uzlaşmayı tamamen reddediyorlar. |
216 | time | long time | uzun zaman | I first met Jennifer a long time ago. | Jennifer ile uzun zaman önce tanıştım. |
217 | save time | Zamandan tasarruf etmek | You’ll save time if you turn off your smart phone and concentrate on the lesson. | Akıllı telefonunuzu kapatıp derse konsantre olursanız zaman kazanırsınız. | |
218 | take time | zaman almak | Her mental scars will take time to heal. | Zihinsel yaralarının iyileşmesi zaman alacaktır. | |
219 | take your time | acele etmeyin | Whatever you do, slow down and take your time. | Ne yaparsanız yapın, yavaşlayın ve acele etmeyin. | |
220 | for | vote for | için oylamak | There were 21 votes for and 17 against the motion, with 2 abstentions. | Önerge için 21 lehte, 17 ret oyu ve 2 çekimser oy vardı. |
Tavsiye yazı: Hafıza teknikleri: Hafızanızı geliştirmeniz için 29 Altın Yöntem [Bilim destekli]
Test& Quiz. Kendinizi test edin
https://english-at-home.com/lessons/collocations-quiz/
https://www.proprofs.com/quiz-school/story.php?title=mjyymja4nwhqqb
https://www.ieltsbuddy.com/collocation-quiz.html
https://www.usingenglish.com/quizzes/292.html
Bu yazılar da ilgini çekebilir;
İngilizce 100 Dış Ticaret Kelimesi (İthalat-İhracat)
İngilizce bir heceli ve 2 heceli kelimeler
İngilizce iş kısaltmaları: 150 örnek
İngilizce formal vs informal 300 kelime karşılaştırması
2008’den beri pazarlama dalında çalışıyorum. 2014’ten beri markamuduru.com’da yazıyorum. İnanıyorum ki markalaşma adına ülkemizde inanılmaz bir potansiyel var ve markalaşmak ülkemizi fersah fersah ileri götürecek. Kendini yetiştirmiş marka müdürlerine de bu yüzden çokça ihtiyaç var. Ben de öğrendiklerimi, araştırdıklarımı, bildiklerimi burada paylaşıyorum. Daha fazla bilgi için Hakkımda sayfasını inceleyebilirsiniz.